Hz. Hud`un Hayatı
Hazreti Hud Yemen'de Hadramut civarında "Ahkaf" denilen yerde yaşayan 
"Ad" kavmine peygamber gönderilmiştir. Şöyle ki: İnsanlar,tufan 
felâketinden sonra yine azıtmışlar,yollarını saptırmışlar,Allah'ın dinine aykırı 
işlere sarılmışlardı. Bunlardan bir kısmı da "Ad" kavmi idi. Bunlar, 
birçok nimetlere ve kuvvetlere kavuşmuş muhteşem binalar yapmış; fakat Yüce 
Allah'ın dinini inkâr ederek putlara tapmışlardır. Kendilerine Hud Aleyhisselam 
gönderildi. Bu muhterem peygamber,birçok mûcizeler gösterdi. Fakat inanmadılar. 
Nihayet yedi gece sekiz gün devam eden şiddetli bir rüzgâr ile helâk oldular. 
Hazreti Hud da, kendisine imân edenlerle beraber çıkıp başka yere gitti. Yüz 
elli sene yaşadığı ve Mekke-i Mükerreme'de veya Hadramut'da gömüldüğü rivayet 
edilmiştir.[1]
Yemen'de bulunan Âd kavmine gönderilen peygamber. Hz. Nûh'un oğlu Sâm'ın 
neslindendir. Bir ismi de Âbir olup, lakabı Nebiyyullahtır. Kur'ân-ı kerîmde 
ismi bildirilen peygamberlerdendir.[2] Bir ismi de Abir olup, lakabı 
"Nebiyyullah"tır. Hz.Hud'un ismi (veya nesebi) hakkında 2 rivayet vardır:
 
- Hud bin Abdullah bin Riyah (veya Ribah) bin Él-Halud bin Ad bin Avs bin Irem 
 bin Sam bin Nuh
 
- Hud ibni Salih ibni Erfahd ibni Sam ibni Nuh ibni Ebi Ad'dir.[3] 
 
Allah, insanlık tarihi boyunca yaşamış olan tüm toplumlara Kendi ilahi 
mesajını iletecek mübarek elçiler yollamıştır. Kuran'da da dikkat çekildiği 
üzere, bu elçilerin tüm davranışları, ahlaki özellikleri, müminler için güzel 
birer örnektir. Ad kavmine elçi olarak gönderilen Hz. Hud da Yüce Allah'ın 
peygamberlikle şereflendirdiği bu kutlu şahıslardan biridir.
İnsanlar, 
hayatlarını yönlendirmek için birbirinden farklı yol göstericiler, rehberler 
seçerler. Bazı insanlar kendilerine yol gösterici olarak ideolojilere inanır; 
söz konusu ideolojileri üreten düşünürlerin üstün insanlar olduğunu, onların 
yolunu izleyerek doğruya ulaşabileceklerini düşünürler. Pek çok insan için ise 
en büyük yol gösterici, içinde yaşadığı toplumdur. Bu kişiler değer yargılarını, 
neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bu toplumun genel düşüncesine göre 
belirlerler. Kimileri ise, tüm bunları tanımadığı, yalnızca kendi akıl ve 
sezgilerini yol gösterici olarak kabul ettiği iddiasındadır.
Oysa tüm bu 
sayılan düşünceler, ortak bir yanlış üzerine kuruludur. Bu düşünceleri taşıyan 
kişiler, çok önemli bir gerçeği reddetmekte ya da göz ardı etmektedirler: İnsan 
yaratılmış bir varlıktır ve sahip olduğu her şeyi kendisini yaratan Allah'a 
borçludur. Kendi bedenini, çevresini, gökyüzünü ya da var olan herhangi bir şeyi 
inceleyen herkes, bunları üstün güç sahibi olan Allah'ın yarattığını açıkça 
görebilir.
İnsanın yaratılışının tek gerçek amacı, Allah'a kulluk 
etmesidir ve insan, Allah'a kulluk etmekten zevk alacak şekilde yaratılmıştır. 
Bunu yapmakla da yaratılışına (fıtrat) uygun hareket etmiş olur. Ancak Kuran'da, 
insanın fıtratının yalnızca Allah'a kulluk etmek olduğu bildirilirken aynı 
zamanda insanların çoğunun bu büyük gerçekten habersiz oldukları da haber 
verilmektedir.
Bu gerçekten habersiz olan bazı insanlar, kendi başlarına 
Allah’ı fark edebilecek ve doğruyu görebilecek yeteneğe sahip değildirler. Ancak 
sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Rabbimiz onlara, kendilerini uyaracak, 
Allah'ın ve ahiretin varlığını, hayatın gerçek anlamını bildirecek elçiler 
gönderir. Kuran'da her toplumun bir elçi aracılığıyla uyarıldığı şöyle 
bildirilmektedir:
Andolsun, Biz her ümmete: Allah'a kulluk edin ve 
tağuttan kaçının (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle, 
onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine sapıklık hak oldu. 
Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün. (Nahl 
Suresi, 36) [4]
Yemen'de Aden ile Umman (Oman) arasında bulunan Ahkâf 
diyârında doğup yetişti. Çocukluğundan îtibâren Allah-u teâlâya ibâdet etmekle 
meşgul oldu. Ara sıra ticâretle de uğraşan Hz. Hûd, gayet şefkâtli ve çok 
cömertti;[2] yoksullara bol bol sadaka verirdi.[5]
Hud (a.s), Âd kavmi içinde 
soyu sopu şerefli bir kişiydi. Peygamberlikten önce ticaretle uğraşırdı. Hûd 
(a.s) orta boylu, esmer tenli, gür saçlı, güzel yüzlü idi. Ãdem (a.s)'a 
benzerdi. Zâhid, muttakî ve ibâdete düşkün idi.[6][5]
Nûh tûfânından 
sonra torunlarından biri olan Âd, Yemen'de Hadramut civârında Ahkâf denilen 
yerde yerleşti. Âd'ın neslinden gelen insanlar çoğalarak büyük bir kavim 
oldular. Bunlara Âd kavmi denildi. Bulundukları belde bereketli bir yerdi. 
Bağlar, bahçeler her tarafı sarmış ve İrem Bağları diye meşhur olmuştu. 
Oğulları, malları, davarları ve muhteşem sarayları vardı. Güçleri, kuvvetleri, 
boyları ve cüsseleri ile meşhur olan bu insanlar, servetlerinin ve maddî 
güçlerinin çokluğuna bakarak azdılar ve doğru yoldan, dinlerinden ayrıldılar. 
Yeryüzünde büyüklük tasladılar. Allah-u teâlâyı unuttular ve çeşitli putlara 
tapmaya başladılar. Ellerindeki maddî imkânlarla etrâfa dehşet salıyorlar, 
fakîrleri ve diğer kabîleleri zulümleri altında inletiyorlardı. Onları köle gibi 
çalıştırıyorlar, çeşitli işkencelerle öldürüyorlardı.[2]
Ad kavmi 
Arabu'l-âribe denilen Arabistan yarımadasına ilk yerleşen kavimlerdendir. 
Hadramevt'e ve Yemen'e kadar uzanan yurtlarda oturan bu kavmin yurtları otu, 
suyu, ve çeşitli nimetleri bol olan bir yerdi. Yerin üzerinden akan ırmakları, 
bağları, bahçeleri, sürü sürü davarları (eş-Şuara, 26/133, 134) yer altında da, 
su depoları ve köşkleri vardı (eş-Şuarâ, 26/129). Başkalarına nazaran onlara boy 
pos, güç ve kuvvet verilmişti.[5]
Hud bin Abdullah bin Riyah (veya Ribah) bin 
Él-Halud bin Ad bin Avs bin İrem bin Sam bin Nuh Kur'ân dışında diğer mukaddes 
kitaplarda bu kavimden söz edilmemektedir.[9] Âd kavmi Hz. Nûh tûfanından sonra 
putperestliğe dönen ilk kavimdir.[7] Hud ibni Salih ibni Erfahd ibni Sam ibni 
Nuh ibni Ebi Ad'dir.[5]
Allahü teâlâ, Âd kavmini doğru yola kavuşturmak 
için Hz. Hûd'u onlara peygamber gönderdi. Bu hususta Kur'ân-ı kerîmde meâlen 
buyruldu ki:
«Âd kavmine kardeşleri Hûd'u peygamber olarak gönderdik. 
Hûd, onlara; “Ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet edin. İbâdet edilecek O'ndan 
başkası yoktur. Hâlâ O'nun azâbından korkmayacak mısınız?” dedi.» (A'râf 
sûresi: 65).[2]
Allah'a itaat edip, Ona ibadet etmelerini söyledi. Allah, 
"onlara putlara tapmaktan, zulüm etmekten vazgeçmeleri, insanlara merhametli 
olup onlara eziyet etmemeleri, insanları şaşırtmak maksadıyla yollara aldatıcı 
işaretler ( Ad kavmi, yolcuları şaşırtmak ve onların çölde kaybolup gitmelerine 
gülmek (alay etmek) için yollara yanlış işaretler koyarlardı, M.K.) koymamaları, 
insanlarla alay etmemeleri, onları öldürüp mallarını soymamalarını ve bütün 
varlığı yaratan bir olan Allah'a ibadet etmeleri için nasihatte bulunmak " 
üzere Hud Aleyhisselam'ı Ad kavmine yolladı.[3]
Hz. Hûd, kavmini doğru 
yola kavuşturmak için tebliğ vazîfesine başladı. Onları putlara tapmaktan, zulüm 
ve günahlardan tövbe ederek vazgeçmeye ve Allah-u teâlâya şükür ve ibâdete 
çağırdı. Fakat Âd kavminin insanları, Hz. Hûd'u dinlemeyip, ona karşı kaba ve 
inkârcı davrandılar. Hz. Hûd, kavminin bu tutumu üzerine; “Eğer doğru yola 
gelmezseniz, haberiniz olsun, ben size tebliğ vazîfemi yapıyorum; Rabbim size 
acı bir azap gönderir de helâk olursunuz?” buyurdu. Azgın Âd kavmi, Hz. 
Hûd'a; “Mûcize getirmeden putlarımızı terk etmeyiz.” dediler. Hz. Hûd, 
onlara; “İstediğiniz mucize nedir?” diye sordu. Onlar da “Rüzgârı 
istediğin tarafa çevir!” dediler. Hz. Hûd, duâ etti. Allah-u teâlâ; “Ne 
tarafa istersen elinle işâret et!” buyurdu. O da eliyle işâret edince, 
rüzgâr istediği istikâmette esmeye başladı. Büyük kayaların toprak olmasını 
istediler. Hz. Hûd'un duâsı ile bu da oldu. Bu mûcizeleri gördükleri hâlde 
inanmayıp hırçınlaşarak koyunların yünlerinin de ipek olmasını istediler. Hz. 
Hûd, duâ etti. Koyunların yünü ipek hâline geldi.
Âd kavmi, gösterilen 
mûcizelere rağmen inanmadılar. “Sen bizi putlarımızdan ayırmak için mi 
geldin? Doğru söylüyorsan, haydi bizi tehdit ettiğin azâbı getir de 
görelim!” dediler.
Hz. Hûd, kavmini îmâna dâvete devâm etti. Pek az 
kimse îmân etti. Kavmi ise hakâret edip kendinden geçinceye kadar dövdü. 
Kavminin ıslâh olmayacağını anlayan Hz. Hûd; “Ya Rabbî! Sen her şeyi 
biliyorsun. Ben onlara peygamberliğimi bildirdim. Ey Rabbim! Onlara, ders 
almalarına vesîle olacak bir musîbet ver?” diye bedduâda bulundu. Hz. Hûd'un 
bedduâsını kabul buyuran Allah-u teâlâ, Âd kavmine önce kuraklık, kıtlık 
musîbetini verdi. Üç sene müddetle akan pınarlar kurudu. Yeşillikler sarardı, 
soldu. Meşhûr İrem Bağları yok oldu. İnsanlar, bir yudum suya, bir parça ekmeğe 
muhtaç hâle geldiler. Hayvanlar susuzluktan telef oldular. Devamlı olarak 
bunaltıcı kuru bir rüzgâr esiyordu. İnsanlar ağızlarını güçlükle açıyor, zor 
nefes alıyordu. Tozdan göz gözü göremiyordu. Bu arada Hz. Hûd, kavmini îmâna, 
tövbe ve istiğfâra dâvete devâm ediyordu. Hz. Hûd'un kavmine meâlen şöyle dediği 
bildirilmektedir:
“Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra O'na 
tövbe edin ki, gökten üzerinize bol bol bereket (ekinleri yetiştirecek yağmur) 
indirsin ve kuvvetinize kuvvet katarak sizi çoğaltsın. Günahlarınıza ısrar 
ederek îmândan yüz çevirmeyin.” (Hûd sûresi: 52)
Hz.Hûd'un bu son 
dâveti de onların aklını başlarına getirmeye yetmedi. Hz. Hûd'a işkenceye ve onu 
öldürmeye kalkıştılar. Artık onlara azâbın gelmekte olduğu Hz. Hûd'a bildirildi. 
Bir sabah Hz. Hûd, îmân edenleri biraraya topladı. Gün ağarırken ufukta siyah 
bir bulut belirdi. Bunu gören Âd kavmi, işte bize yağmur geliyor, dediler. Hz. 
Hûd, “Hayır, o can yakıcı azâb veren bir rüzgârdır. Her şeyi yok eder.” 
dedi. Rüzgâr, korkunç bir ses çıkararak vâdiyi kapladı. Son derece hızlı ve 
soğuk olup, her şeyi saman çöpü gibi savuruyordu. Fussilet sûresi 16. âyet-i 
kerîmesinde, bu rüzgâr “sarsar” (kavurucu rüzgâr); azâb günleri de 
“eyyâm-ı nahisât” olarak geçmektedir. Âd kavmi, kasırgadan kurtulmak için 
tutundukları ağaç ve taşlarla birlikte havaya fırlayarak paramparça oldular. 
Hepsi ölüp yere serildiler. Daha sonra rüzgâr bunları sürükleyip denize attı. 
Mal ve mülklerinden hiçbir eser kalmadı, helâk olup gittiler. Âd kavminin helâk 
oluşu, Kurân-ı Kerîm'de meâlen şöyle bildirilmektedir:
“Nihâyet Hûd'u 
ve berâberindeki îmân edenleri, rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi tekzip 
ederek, yalanlayarak îmân etmemiş olanların kökünü kestik.” (A'râf sûresi: 
72) [2]
Rivayet edilir ki; içlerinde azabı ilk gören, bir kadın olmuştu ve 
ateş alevi gibi bir rüzgâr görmüştü. Rüzgâr, insanları yoluyor, çekip koparıp 
alıyordu, bundan kurtuluş yoktu. Ad kavmi, iri bedenli oldukları için başları 
kopup kopup devrildikçe sanki dibinden kopmuş içi kof hurma kütükleri gibi 
devriliyor, bu fırtına onları sel köpüğü ve süGoogle Page Rankingüntüsü gibi 
denize döküyordu. Kâfirlerin burunlarından girip arkalarından çıkan, evlerini 
mallarını yıkıp süpürüp götüren ve her birini bir tarafa atıp parça parça eden 
bu azap fırtınasının Şubat ayının sonunda «berdül acuz = kocakarı 
soğukları» denilen günlerde vaki olduğu bildirilmiştir ki, adi geçen tâbir 
günümüzde de kullanılmaktadır.
Allahü Teâlâ'nın gönderdiği peygamberin 
bildirdiklerine' imân etmeyen ve uğradığı şeyi bırakmayıp mutlak çürütüp kül 
ediveren «sarsar» rüzgârının savurduğu taşlarla beyinleri parçalanarak helak 
olan Ad kavminin kâfirleri kökleri kuruyup cezalarını bulurken; Allah'ın 
elçisine imân eden mutlu zümre ise dünya ve âhiret felahına eriyorlardı. [1] Hz. 
Hûd ve ona îmân edenler, bu şiddetli kasırgada Allah-u teâlâ tarafından muhâfaza 
edildiler. Kâfirleri helâk eden şiddetli fırtına, onlara serinletici ve 
rahatlatıcı hafif bir rüzgâr gibi esiyordu;
«Emrimiz gelince; Hud'u ve 
onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık, onları ağır 
bir azaptan kurtuluşa erdirdik.» [2]
Hûd aleyhisselâm rüzgârı hissettiği 
zaman kendisinin ve inananların üzerine bir hat çizmiş, bir membâ civarına, bir 
mahalle doğru çekilmişti. Kâfirleri kasıp kavuran azap rüzgârı, onlara bir seher 
tesiri yapıyor ve ancak derileri yumuşatacak, insanlara ferahlık verecek şekilde 
dokunuyordu. Hz. Hûd ile birlikte gerçek kurtuluşa eren bu mü'minler 
topluluğunun dört bin kadar olduğu bildirilmiştir.[1]
Hz. Hûd, Âd kavmi helâk 
olduktan sonra, kendine inananlarla birlikte Mekke-i Mükerreme'ye gitti. Kâbe-i 
Muazzama'nın bulunduğu yerde ibâdet ve taatla meşgul oldu ve orada vefât etti. 
Kabrinin Harem-i şerîf (Kâbe-i Muazzama'nın etrâfındaki mescit)te Hicr denilen 
yerde bulunduğu rivâyet edilmektedir.[2]
Allah-u Teala yüce Kur'an-i Kerim'de 
buyuruyor ki: « Onlar hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lanete tabi 
tutuldular. Biliniz ki; Ad (kavmi) Rablerini inkâr ettiler. (Şunu da) bilin ki 
Hud'un kavmi Ad, Allah'ın rahmetinden uzak kılındı.» ; (Onlar: Ad kavmi; 
M.K.) [3]
Hz. Hûd ve peygamber olarak gönderildiği Âd kavmiyle ilgili 
olarak Kurân-ı Kerîm'in A'râf, Hûd, Mü'minûn, Fussillet, Ahkâf, Zâriyât, Kamer, 
Hâkka, Şuarâ ve Fecr sûrelerinde bilgi verilmektedir.[2]
Eğer Ad kavminin 
kâfirleri de bu mü'minler gibi, Allah-u Teâlâ'nın Ayet ve delillerini inkâr 
etmeyip, Hûd aleyhisselâm'ın tebliğ ettiği şekilde imân ve itaat etselerdi helak 
olmayacaklardı. Lâkin onu dinlemeyip eğlendikleri için, o istihza ettikleri 
«Haydi getir bize» dedikleri azap da kendilerini kuşatıverdi. Çünkü bunların 
isyan ettikleri peygamber Hûd aleyhisselâm ise de, bunun bildirdikleri esas 
itibariyle evvelki peygamberlerin de bildirdiklerine uygun olduğundan ona isyan 
etmekle hepsine isyan ettiler ve bütün inatçı zorbaların arkasına düştüler. 
Böylece kendileri de hem, bu dünyada lanetle takip olundular, hem de Kıyamet 
gününde. İşte öyle isyankâr bir kavme, Allah-u Teâlâ böyle ceza verir. Halbuki 
Allah-u Teâlâ, onlara mal ve kuvvetten ibaret öyle şeyler ihsan etmişti ki, 
başkalarına o kuvvet ve iktidarı vermemiştir. Hem bu nimeti anlasınlar diye, 
kendilerine, kulak, gözler ve kalpler vermişti. Fakat onların ne kulağı, ne 
gözleri ve ne de kalpleri kendilerine bir fayda vermedi. Çünkü Allah'ın 
Ayetlerini inkâr ediverdi, inkârlarının cezasını görüp Dünya hayatında zillet 
azabını tattılar. Elbette Ahiret azabı daha zilletlidir. Hem onlar, 
kurtulamayacaklardır.
Bu hâdiseye muhatap olanlar, bugün, gidip 
dolaşırlarsa; gözlerine çarpacak o harap eserler, kabirler, o azaba uğrayan Ad 
kavmine aittir.[1]
Hz. Peygamberimiz (s.a.s) vedâ haccında, Usfan vadisine 
vardığı zaman, Hz. Ebû Bekr'e: "Ey Eba Bekr! Bu hangi vâdidir?" diye 
sormuş. Hz. Ebû Bekir; "Usfan vâdisidir." diye cevaplayınca: Hz. 
Peygamber (S.A.V.), Hûd (a.s)'un, beline aba tutunmuş, belinden yukarısını 
alacalı bir kumaş ile bürümüş, genç ve kızıl, yuları hurma liflerinden örülmüş 
dişi bir deve üzerinde, hac için buradan telbiye ederek geçmiş olduğunu haber 
vermiştir.[8]
Âd kavminin, Hz. Hûd'a karşı çıkarken ileri sürdükleri 
itirazlar, diğer Peygamberlere karşı muarızlarının ileri sürdükleri itirazların 
aynıdır. Hatta günümüz münkirlerinin de itirazları aynı türdendir. Ona itirazda 
baş çekenler de, diğer peygamberlere itiraz gibi kavmin ileri gelenleridir. 
İtirazın temelinde ise, dönmekte olan çıkar çarklarının devam etmesi vardır. Hz. 
Hûd'a yaptıkları itirazlarını şu maddelerde özetlemek mümkündür:
a- Hz. 
Hûd'u beyinsizlik ve sapıklıkla itham etmek
"Kavminden ileri 
gelenler dediler ki: Biz seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz." 
(el-A'raf, 7/60).
"Kavminden ileri gelen inkârcılar dediler ki; biz 
seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve biz seni yalancılardan sanıyoruz" 
(el-A'râf, 7/66).
b- Atalar dinine bağlılık
"Dediler ki: 
demek sen, tek Allah'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye 
mi bize geldin" (el-A'râf, 7/70). "Dediler: sen bizi tanrılarımızdan çevirmek 
için mi geldin?" (el-Ahkâf, 46/22).
c- Kendilerinin güçlü kuvvetli 
olduklarını söyleyip Hz. Hûd tarafından gelebilecek bir zararın olamayacağını 
ileri sürmeleri
"Ad kavmi, yeryüzünde haksız olarak büyüklük 
tasladılar ve; bizden daha kuvvetli kim var? dediler" (el-Fussilet, 
41/15).
d- Âhireti inkâr etmeleri ve hayatın sadece dünya hayatından 
ibaret olduğunu ileri sürmeleri
"Ne ise hep bu dünya hayatımızdır; 
ölürüz ve yaşarız (bir kısmımız ölürken bir kısmımız doğar). Biz öldükten sonra 
diriltecek değiliz" (el-Mü'minûn, 23/37).
e- Hz. Hûd'u 
küçümsemeleri
"Kavminden, kendilerine dünya hayatında bol nimet 
verdiğimiz o inkâr eden ve âhiret hayatına kavuşmayı yalanlayan eşraf takımı 
dedi ki; bu da sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Sizin yediğinizden 
yiyor, sizin içtiğinizden içiyor. Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz o 
takdîrde siz, mutlaka ziyana uğrayanlardan olursunuz" (el-Mü'minûn, 
23/33-34).
Onların bu itiraz ve tavırlarına karşı Hz. Hûd'un takındığı 
tavır şöyle idi:
"Ey kavmim. Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka 
ilahınız yoktur. (O'na karşı gelmekten) sakınmaz mısın?" "Ey kavmim, bende bir 
sapıklık yok; ben âlemlerin Rabbı tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size 
Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve Allah 
tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum" (el-A'râf, 7/65, 67, 71, 
72). "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilahınız yoktur. Siz 
(putları Allah'a ortak koşmakla sadece iftira ediyorsunuz. Ey kavmim, ben sizden 
bunun için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim beni yaratana aittir. Aklınızı 
kullanmıyor musunuz? Ey kavmim Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe 
edin (O'na yönelin)ki gökten üzerinize bol bol rahmet göndersin, kuvvetinize 
kuvvet katsın, Suç işleyerek (Allah'tan) yüz çevirmeyin" (Hûd, ll/50-52). 
Geçmiş peygamberlerin ve kavimlerin kıssalarını Kur'ân'da zikredilmesi 
inananların ibret almaları içindir. Geçmiş peygamberlerin her tavrı Müslümanlar 
için de takip edilecek bir yoldur. Meseleye bu yönden baktığımızda Hz. Hûd 
kıssasından alınacak İbretleri de şu şekilde özetlememiz mümkündür:
Hz. 
Hûd, Allah yoluna samimiyetle sarılmış vakûr bir kişidir. Söyleyeceğini, ölçüp 
tarttıktan sonra söylemektedir. Kötülüğe, kötülükle karşı koymadığı gibi yumuşak 
davranmaktadır. Kavmi kendisini beyinsizlikle itham ederken, kendisinin beyinsiz 
olmadığını, onları uyarmak üzere Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu 
söylemekle yetinmektedir. Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini kendilerine 
hatırlatmakta ve bu nimetlere şükretmiş olmaları için Allah'ın emirlerine riayet 
etmeleri gerektiğini anlatmaktadır, bundan dolayı onlardan bir ücret 
istemediğini özellikle belirtmektedir.[5]
Hud Suresi
Hud 
sûresi, 123 ayet olup, Hatt-ı Osman'a göre 11. suredir. 12, 17 ve 114. ayetler 
Medine'de; diğerleri Mekke'de inmiştir. Yunus sûresinin devamıdır. Hud 
Aleyhisselam'dan hariç Nuh, Salih, İbrahim, Lut, Şu'ayb ve Musa (A.S.)'dan de 
bahseder. Peygamberimiz Muhammed Mustafa (S.A.V.), 112. ayet (« O halde 
seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolundugun gibi dosdogru ol ! (...) 
») hakkında: «Beni Hud suresi kocattı!» demiştir. Çünkü bu ayette 
direkmen Peygamberimize (S.A.V.) - ve saniyen tabii ki bütün alem-i İslama - 
«emrolundugun gibi dosdogru ol!» denmiştir ve bu kolay bir iş 
değildir.[3]
